
Bir Konservatuvar Efsanesi: Fikret Emmi
“Servis ilen gidenleeeer!” Geçtiğimiz günlerde aktör Zafer Algöz’ün bir röportajını izledim. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki eğitim yıllarında konservatuvarın müstahdemlerinden Sadık Karataş’ı anlatıyordu. Röportajda anlattıkları bana o kadar tanıdık geldi ki; sanki aynı yıllarda ben de aynı konservatuvarın öğrencisi olmuşum gibi hissettim. Niye böyle hissettiğimi yazının devamında anlatacağım. Bu arada Algöz’ün röportajını izlemenizi tavsiye ederim. Videoda anlatılan Ankara günlerinden yaklaşık yirmi yıl sonra ben de Bursa Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda eğitim almaya başladım. Algöz ile aramızdaki fark şu: Müzik Bölümü öğrencileri ortaokulda (benim zamanımda 6. sınıf, şimdilerde 5. sınıf), Tiyatro Bölümü öğrencileri lisans döneminde tam zamanlı olarak konservatuvar eğitimi almaya başlıyor. Ülkemizde İstanbul, Ankara, Bursa, Eskişehir, İzmir, Antalya, Adana, Edirne, Mersin gibi şehirlerde bulunan on küsur konservatuvarda eğitim bu şekilde. Sonradan açılan bazı vakıf veya devlet konservatuvarları direkt lisans eğitimi veriyorlar. Birtakım eksikleri olduğunu düşündüğüm bu durum ile ilgili görüşlerimi ilerleyen günlerde yazacağım bir başka yazımda sizlerle paylaşacağım… Bu yazımda bizim konservatuvarımızın Sadık Karataş’ı olan Fikret Biçer’den bahsetmek istiyorum. Afyonlu, bir bacağı doğuştan aksak, sıra dışı konuşması ile kulaklarımızda yer eden biriydi. Konservatuvarın kurucu müdürü İsmail Göğüş kendisine “Fikret Emmi” diye hitap ettiği için bizler de öyle alıştık. Fikret Emmi ile ilk karşılaşmam okulun giriş sınavına gittiğim gün, sınav yapılan odanın kapısında oldu. Beyaz gömlek, kırmızı papyon ve elimdeki bağlamayla dikkatini çekmiş olacağım ki beni gördüğü ilk andan itibaren aramızda başka bir ilişkinin başlayacağını belli etti. Heyecanımı anlamış ve o güne kadar çok da aşina olmadığım bir ağızla “Ne çalacağan?” sorusuyla beni rahatlatmaya çalışan bir hava sezdim Fikret Emmi’de. “Azeri Oyun Havası ya da Şekeroğlan çalacağım.” diye karşılık verdim. “Bi Afyon türküsü patlatsaydın.” dedi gülümseyerek… Haftanın en az altı günü okuldaydık. Cumartesi günleri de sabahın erken saatlerinde okula gider, hava kararana dek çalışırdık. İşte o günlerde Fikret Emmi hangi öğrencinin ne kadar çalıştığını, hangi öğrencinin saat kaçta okula geldiğini bir bir gözlemler ve çok çalışanlarımıza ayrı ihtimam gösterirdi. Eğer bir derse, örneğin solfeje, çalışmayan olursa o öğrenciyi tatlı sert bir üslupla uyarır, “Böğün solvej çalışmadın!” diye serzenişte bulunurdu. Özellikle çalgı dersi sınavlarının olduğu günler, sınav salonunun kapısında bekler; sınavdan çıkan öğrenciye “95 alacağan, afferim eyi çaldın.” gibi tahminlerini söylerdi. Sınav bitip, notlar açıklanınca Fikret Emmi’nin tahminlerinde hiç yanılmadığına şahit olurduk. Ona göre çalışkan öğrenciler kısıtlı sayıda olan çalışma odası bulmak konusunda sıkıntı çekmesin diye sabah mesai saatinden çok önce okulu açar, mesaisi bittikten sonra saat 21’e kadar bizi bekler ve okulda çalışmaya kalan her öğrenciyi kendi elleriyle otobüs, minibüs duraklarına bırakır, sağ sağlam evimize gitmemizi sağlardı. Bizler de bu ayrıcalığı sonuna kadar kullanmak için dersler başlamadan bir, iki saat önce okula gider, dersler bittikten sonra da gönül rahatlığıyla okulda kalarak dilediğimiz gibi çalışırdık. Yaşımız biraz ilerleyince haylazlıklarımız başladı. Kopya çekmek umuduyla sıranın üstüne yazdığımız formülleri görür, sınav öncesinde sesini çıkarmazdı. Öğretmen sınıftan çıktığı gibi yanımıza gelir “Boraya kobya yazılır mı heç?” diye çıkışırdı bize. Kopya çekmeye çalıştığımız için mi, kopyayı yanlış yere yazdığımız için kızdığını anlamazdık. Fikret Emmi her zaman bizden yanaydı. Okul orkestrasıyla gittiğimiz turnelerin hepsinde Fikret Emmi de bizimle gelirdi. Aç olup olmadığımızı, hastalananımız olursa ilacını alıp almadığını takip eder; öğrencilerin sorunsuz ve güzel bir turne yapması için var gücüyle çalışırdı. Ailelerimiz de bizleri Fikret Emmi’ye emanet ederler, onun ne kadar titiz olduğunu bildikleri için de gözleri arkada kalmazdı. Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde yaptığımız okul konserlerinde, sandalye ve sehpa düzeni için sahneye her çıkışında seyirciden o da alkış alırdı. Konserlerden birinde elinde çalı süpürgesiyle sahneye çıkıp Verdi’nin La Donna e Mobile aryasının ilk dizesini okumaya başlayınca seyirciden yükselen alkış, konservatuvar tarihimizde yapılan konserlerdeki en yüksek desibel rekorunu hâlâ elinde tutmaktadır. Liseden mezun olup, lisans sınavına girdiğim yaz Fikret Emmi’nin emekli olacağını öğrendim. Lisansa geçmemizi beklemiş, emekli olacağını bize sınavdan sonra söylemişti. Emekli olacağı için ne kadar üzüldüğünü bize göstermek istememiş, sınavlarımızın bitmesini beklemişti. Yalnızca bu davranışındaki incelik bile ruhunun güzelliğini anlamamıza yetmişti. O yıl Fikret Emmi ile birlikte son kez kapattık okulu. Ve bir daha hiç o kadar erken saatte gitmedim okula… Zaman zaman arkadaşlarımla yaptığımız sohbetlerde hâlâ bahsederiz kendisinden. O günlerimizdeki mutluluğumuzu özlemle anarız. Fikret Emmi’nin son dersin bitiminin ardından okul koridorunda “Servis ilen gidenleeer!” diye bağırışını ve öğrencileri toparlayışını taklit eder, gülümseriz. Ne mutlu bize ki böyle güzel bir insanı tanıma şansımız olmuş. Sen çok yaşa Fikret Emmi! 13 Haziran 2025, saat 17:25
Şehrin Kemanları
Yıl 2018, bir sonbahar günü. Konservatuvardan arkadaşım Erhan Can Dereçiçek ile konuşuyoruz. Erhan henüz mezun olmamış; birlikte okulda buluşup saatlerce keman çalıştığımız günler... Her konuşmamızda olduğu gibi yine ne yapabileceğimiz hakkında sohbet ediyoruz. Yaşadığımız, eğitim aldığımız şehirde mesleğimizle ilgili bir adım atmak istiyoruz. “Orkestra kuralım,” diyor, “Oda müziği yapmak lazım,” diyorum. Sempozyum mu düzenlesek, dergi mi çıkarsak? Ben yaşça büyük olduğum için aslında hepsini denemişim. 2008 yılında aylarca uğraşıp bir dergi hazırlamış ama bastıramamışım; 2011 yılında bir oda müziği grubu kurmayı denemişim; 2013 yılında düzenlenen Orhan Nuri Göktürk Fagot Yarışması’nda yürütücü olarak görev almışım; 2014 yılında binbir zorlukla kurduğumuz Bursa Ensemble ile üç konser vermişim.. Bir şey yapmak istiyoruz. Bir şey yapmak gerektiğine inanıyoruz! O günlerde aklımda, Kuvayımilliye (Farsça kurala göre türetilen söz öbekleri bitişik yazılır) fikri dolaşıyor. Bir topluluk oluşturmayı teklif ediyorum Erhan’a. Bursa’da, üniversite çatısı altında müzik eğitimi veren iki birim var: Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Anabilim Dalı ve Devlet Konservatuvarı. Ayrıca şehirde bir de güzel sanatlar lisesi mevcut: Zeki Müren Güzel Sanatlar Lisesi. Üç kurumda da keman eğitimi alan onlarca öğrenci var. Bu üç kurumda okuyan öğrencileri bir araya getirme fikri geliyor aklımıza. Hemen orada isim olasılıklarını tartışmaya başlıyoruz: Bursa’nın Kemanları, Şehrin Kemancıları, Bursa Keman Topluluğu... Cihat Aşkın hocamı arayıp anlatıyorum bu fikri. “Şehrin Kemanları” ismini koymamızı öneriyor hoca ve topluluğu kuruyoruz. Telefonu kapattıktan sonra logoyu tasarlıyoruz, ilk konseri nasıl yapacağımıza karar veriyoruz, duyuru metnini yazıyoruz ve her şey üç saat içinde tamamlanıyor. İşte “Şehrin Kemanları” böyle kuruldu; iki delikanlının bir deli fikri olarak.. Bursa’da müzik eğitimi veren kurumlarda öğrenci ve en az üç yıl keman eğitimi almış olma şartını koyduk. Tam yirmi yedi kişi başvurdu. Adayların gönderdikleri videoları izleyerek on dört kişiyi belirledik ve ilk konseri 3 Mart 2019 tarihinde Uğur Mumcu Sahnesi’nde gerçekleştirdik. Ben ve Erhan’la birlikte on altı kişiden oluşan dört partili bir keman topluluğu çıktı ortaya. Piyano (Mert Bozdemir) ve perküsyon (Batın Çakal) desteğiyle birlikte Chopin, Mozart, Lully, Paganini, Tanyerli, Satie ve Kreisler’in eserleriyle açtık perdeyi. O kadar çok kişi destek oldu ki.. Nilüfer Belediyesi ve dönemin belediye başkanı Mustafa Bozbey, sahneyi ve prova yaptığımız belediye kurs merkezini ücretsiz olarak verdiler. Dostum, fotoğraf sanatçısı Onur Yurtsever konserin kaydını ve topluluk üyelerinin fotoğraflarını karşılıksız çekti. İlk toplulukta altı konservatuvar öğrencisi (lise ve lisans), üç Müzik Öğretmenliği ABD öğrencisi (lisans) ve üç güzel sanatlar lisesi öğrencisi vardı. Birbirini daha önce hiç görmemiş, birlikte konser verme olasılığı olmayan bu parıl parıl öğrenciler sahnede tek yürek oldular adeta. Konserin belki de en güzel anı, son eserden sonra yan yana durup selam verdikleri sahneydi.. 2019’un Mart ayında gerçekleştirdiğimiz ilk konserden bir yıl sonra, bu sefer solistlik seçmeleri yaptık. Başvuran otuz iki adaydan sekiz solist seçtik ve 2020 Nisan ayında ikinci konserimizin duyurusunu yaptık. Ne yazık ki ikinci konser, dünya genelinde yaşanan Covid salgını neticesinde açıklanan pandemi koşulları ve yasakları nedeniyle iptal edildi. Pandemi biter bitmez yeniden sıvadık kolları. Üçüncü Şehrin Kemanları etkinliği yalnızca konserden ibaret olmamalıydı. 2019 yılında tanıştığım, dünyaca ünlü pedagog ve keman sanatçısı İldikó Moog’u davet ettik. 2022 yılı Mart ayında, beş gün sürecek bir masterclass düzenlemeyi, bu kez yalnızca Bursa’dan değil ülke çapından öğrenci kabul etmeyi ve beş günün sonunda bir konser vererek etkinliği sonlandırmayı planladık. Elliye yakın başvuru arasından on iki öğrenci seçtik ve İldikó Moog ile dört gün boyunca ikişer kez olmak üzere ders yaptı katılımcılar. Bu derslere Şenol Aydın, Şeniz Serter ve Gülen Ege Serter gözlemci olarak eşlik ettiler. Etkinliğin ikinci gününde İldikó Moog, ben, Gülen, Şeniz ve Şenol hocalarla bir Akademi Konseri yaptık. Bartók, Ysaÿe, Wieniawski gibi bestecilerin eserlerini seslendirdik. Beşinci gün ise önce öğrenciler solo performans sergiledi, ardından hocaların da katılımıyla Kreisler’in Liebesleid eserinin benim tarafımdan yapılan uyarlamasını hep birlikte çaldık. Bu masterclassı yine Nilüfer Belediyesi çatısı altında; Şevket İlhan, Mesut Çaşka, Özkan Çavuşoğlu, Birsen Akçay, Ali Akçay, Muzaffer Kahyaoğlu, Ahmet Ali Çakır gibi isimlerin destekleri ve yardımlarıyla yapabildik. Akademi üyesi olan Şenol, Şeniz ve Gülen hocalar, fikrin ortaya çıktığı ilk andan itibaren sürecin her anında yanımızda oldular. Arkadaşım, piyanist Çağdaş Özkan son konserde müthiş tuşesiyle öğrencilere eşlik etti. İldikó Moog’un varlığı ise tarifsizdi. Yıllarca dünyanın dört bir yanında konserler vermiş, Avrupa’nın önde gelen orkestralarında başkemancılık yapmış, yetmiş altı yaşındaki bu büyük isim hiçbir beklentisi olmadan Bursa’ya gelerek gücünün ve bilgisinin tamamını bizlerle canıgönülden paylaştı. Yukarıda detay vererek sizleri yormamaya çalıştığım Şehrin Kemanları hikâyesi kısaca böyle. Gerçekleştirdiğimiz etkinliklerin hepsi ücretsizdi. Katılan öğrenciler herhangi bir ücret ödemediler, kimse bu etkinliklerden para kazanmadı. Kimse böyle bir konunun sözünü dahi etmedi! Neden böyle bir şey yaptığımızı soranlar olmadı değil. Ücretsiz konserler, karşılıksız dersler, bilâbedel katılımlar... Biz, Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkeyi kurtarırken ve kurarken yaptığı gibi bölgesel örgütlenme metodunu uygulamak istedik. Yaptık da. Eksikleriyle, aksaklıklarıyla da olsa yaptık! Öğrencilik yıllarımızda, yan odamızda keman çalan, birlikte aynı rahleyi paylaştığımız, on yıl boyunca aynı sınıfta ders aldığımız, konserleri yan yana dinlediğimiz, aynı kampüste günlerimizi geçirip aynı yemekhanede yemek yediğimiz arkadaşlarımızla bir araya gelmenin, birlikte müzik yapmanın başka yolu olmadı hiç. Öğretmenlerimizin kıskanç ve kendini beğenmiş tutumları içimize işledi. Bizim için, ders yaptığımız sınıftaki öğrencilerin dışındaki herkes, her arkadaşımız rakibimizdi. Öyle tatlı bir rekabet gelmesin aklınıza; son derece dışlayıcı, zaman zaman narsizme varan bir tutumdu bu. Konservatuvar ve güzel sanatlar lisesi öğrencileri —en azından benim öğrencilik yıllarımda— birbirine adeta düşmandı. Biz, konservatuvarlılar olarak onları beğenmez; onlar, güzel sanatlar liseliler olarak yanımıza yanaşmazlardı. Şehirde düzenlenen bir konserde aynı sırada oturmayı bile çok görürdük birbirimize. Şehrin Kemanları bir Kuvayımilliye hareketiydi, hâlâ da öyle. Bu oluşumda yer alan, oluşumun ruhunu ve anlayışını benimseyen her kemancının, meslek hayatının bir yerinde buna benzer bir hareketin kurucusu olmasını istedim. Bursa’dan mezun olmuş, Erzincan’da öğretmenlik yapan bir Şehrin Kemanları üyesi aynı oluşumu aynı isimle Erzincan’da yapabilir. Antalya’da opera orkestrasında çalışan bir kemancı, benzer bir oluşumu başka bir isimle hayata geçirebilir. İstanbul’daki bir konservatuvar öğretmeni, aynı inançla yaşadığı şehirdeki öğrencileri bir araya getirebilir. Tıpkı yüz yıl önce İzmir’de, Antep’te, Urfa’da olduğu gibi.. Şehrin Kemanları, bir isim ya da iki kez düzenlenen etkinliklerden ibaret bir topluluk değildir. Şehrin Kemanları bir davranış biçimidir; bağımsız düşüncenin ürünüdür. Fikir, ülkenin kurucularının fikridir. Amacı ülkemizin sanat ve eğitim yaşamına katkı sağlamaktır. Şehrin Kemanları, bu ruha sahip herkesin kolaylıkla sahiplenebileceği bir hayat görüşüdür. Biz mi? Bizler, bu günü miras olarak devralan ve miras bırakılana sahip çıkmaya çalışan bir avuç gönüllüyüz... 11 Haziran 2025, saat 21:00
Bir Kahvenin 25 Yıl Heyecanı Vardır!
Koral Çalgan ile tanışmam 2001 yılına dayanıyor. Konservatuvarın ikinci sınıfındaydım. O yıl, kadroda yaşanan beklenmedik bir değişiklik nedeniyle keman öğretmenim görevinden ayrılmıştı. Keman derslerime kısa süreliğine Koral Hoca ile devam ettim. Yalnızca dört ay süren bu dönem, haftada iki kez yapılan yarım saatlik derslerden ibaretti belki; ancak bu kısıtlı zaman diliminde ondan öğrendiklerim, yalnızca o dönemin değil, yıllar sonra şekillenecek öğretmenlik kimliğimin de yapı taşlarını oluşturdu. Aynı yıl Koral Hoca’nın öncülüğünde Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Gençlik Senfoni Orkestrası kuruldu. Yay tutmayı yeni öğrenmiş, sahne tozunu henüz solumamış üç sınıf arkadaşımla orkestraya kabul edildik. Mozart’ın zarafeti, Haydn’ın mizahı, Lully’nin görkemi, Erkin’in derinliği ve Kodallı’nın coşkusuyla ilk kez bu orkestrada karşılaştık. Prova adabını, topluluk içindeki disiplini, birlikte müzik yapmanın ne demek olduğunu orada öğrendik. Yay ve parmak numarası yazmaktan, sahnede nasıl davranacağımıza kadar her detay bir müzisyenin yolculuğunda taşıdığı değerlerle bezeli bir eğitimdi. Bursa’nın yanı sıra Afyonkarahisar, Antalya ve İstanbul gibi şehirlerde verdiğimiz konserler, bizler için birer okul niteliğindeydi. Birçok arkadaşım ilk solistlik deneyimini bu orkestranın kanatları altında yaşadı. Koral Hoca’nın bir öğrencisine sesini yükselttiğini, öfkelendiğini hatırlamıyorum. Ne var ki, tüm arkadaşlarım gibi ben de onun yanında yanlış yapmaktan daima çekinmişimdir. Bize kızmazdı; ama onun sessizliğinde bile sanatın ve sanatçının asaletini hissederdik. Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını merakla takip eder, kitaplarını bir solukta okurduk. Kıyafetleriyle, zarif esprileriyle, taşıdığı çantayla, sanki bir dönemin temsilcisiydi. Onun yanında her şey biraz daha dikkatli, biraz daha özenliydi. 2007 yılında, beni okul orkestrasının baş kemancısı olarak seçtiğini söylediğinde içimde yükselen heyecanı hâlâ tüm canlılığıyla hatırlıyorum. O yıl sahnedeki duruşumun, bir esere yaklaşımımın, müziğe olan sadakatimin şekillendiği yıl oldu. Aynı yıl, 10 Nisan 2007 tarihinde verdiğimiz konserin ardından Koral Hoca emekli oldu. Alkışların arasında duyduğumuz hüzün, sadece bir öğretmenin değil müzik yaşamımızdaki bir dönemin de veda edişiydi belki. Yıllar geçti. 2025 yılının Nisan ayında, hocamızın 85. doğum günü vesilesiyle Hacettepe Üniversitesi’nde düzenlenen törene katılmak için bir kez daha buluştuk. Görkem Çalgan’la birlikte İstanbul’daki evinden aldığımız Koral Hoca ile Ankara’ya gittik. O üç gün boyunca onunla birlikteydim: masada, salonda, arabada, her anında... Törenin ardından iki hafta sonra bu kez Bursa’ya birlikte yolculuk ettik. Aynı ritüelleri yineledik: müzik dinledik, yemek yedik, yolculuk ettik. Sonra, yeniden İstanbul’a kadar eşlik ettim kendisine. Öğrencilik yıllarımda Koral Hoca, keman sınavlarımızda da jüri üyesiydi. Beni tanıyanlar sahnede nasıl heyecanlanmadığımı sorduklarında “Yıllarca Koral Hoca’nın gözlerinin önünde keman çaldım” derim. Bu cümle, aslında yalnızca bir savunma değil, bir tür saygı nişanesidir. Otoritesini hayranlıkla kabul ettiğimiz bir öğretmenin önünde çalmak, insana sahne korkusundan başka bir tür saygı öğretti. Yıllar sonra, İstanbul’a birlikte gittiğimiz gün hocanın kendi evinde bana kahve yapmasını beklerken yine dizlerim titriyordu — tıpkı ilk sınavımdaki gibi. 2010 yılında mezun oldum. 2012 yılının Şubat ayında, aynı okulda ve bir zamanlar ondan ders aldığım o odada keman öğretmeni olarak göreve başladım. Hayatım boyunca çok az insana derin bir minnet duydum. Ve o sayılı isimlerin başında, hocam Koral Çalgan yer aldı... 5 Mayıs 2025, saat 19:15